6 Mayıs 2024

“POST-TRUTH” DURUM

0

“Yaşam yolumuzun ortasında
karanlık bir ormanda buldum kendimi,
çünkü doğru yol yitmişti. Ah, içimdeki korkuyu
tazeleyen, balta girmemiş o sarp, güçlü
ormanı anlatabilmek ne zor!”Dante 

“1-2İsa öğrencilerine, hiç usanmadan, her zaman dua etmeleri gerektiğini belirten şu benzetmeyi anlattı: “Kentin birinde Tanrı’dan korkmayan, insana saygı duymayan bir yargıç vardı. 3Yine o kentte bir dul kadın vardı. Yargıca sürekli gidip, ‘Davacı olduğum kişiden hakkımı al’ diyordu.
4-5“Yargıç bir süre ilgisiz kaldı. Ama sonunda kendi kendine, ‘Ben her ne kadar Tanrı’dan korkmaz, insana saygı duymazsam da, bu dul kadın beni rahatsız ettiği için hakkını alacağım. Yoksa sürekli gelip beni canımdan bezdirecek’ dedi.”
6Rab şöyle devam etti: “Adaletsiz yargıcın ne söylediğini duydunuz. 7Tanrı da, gece gündüz kendisine yakaran seçilmişlerinin hakkını almayacak mı? Onları çok bekletecek mi? 8Size şunu söyleyeyim, onların hakkını tez alacaktır. Ama İnsanoğlu geldiği zaman acaba yeryüzünde iman bulacak mı?”LUKA 18

 

Post-Truth

Bu kavram kıyamet beklentisinin uzantısı olarak genel Hıristiyan anlayışının iyiden kötüye doğru giden bir tarih anlayışından beslenmekte ve tarihin sonu fikrine de vurgu yapmaktadır.
Hakikatin değer taşımadığı bir zaman tasavvuru tarihin sonuna da işaret eder.
Kavramlar çoğu kere kendi kültürel coğrafyaların izlerini ve kokularını taşırlar. Kavramların bu özelliği hiçbir gerçek ifade etmemesi anlamına gelmez.  Kavram belli sorunlar ekseninde ortaya çıkmış olsa da, insani soruların birçok ortak zemini olduğu gerçeği dikkate alındığında kavramların insani gerçeklerin açığa çıkarılması noktasından anlamlı ve değerli olması mümkündür.
Bu bağlamda  aslolan kavramı reddetmek ya da kabul etmek değil, bu kavramın bütün insanlar için bir anlam ifade edip etmediğini tespit etmektir. Yani bir kavramdaki ontolojik ilke’nin tespiti çok önemlidir. Burada Batı sosyolojisinin ürettiği bu kavramı Batı sosyolojisi bağlamında değil, taşıdığı anlam bağlamında ele almak gerekmektedir.  Bu da kavramı hem kendi koşullarımız, hem de insani gerçeklik açısından değerlendirme gibi bir görevle karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir.

En Korkunç Şey Yalanın Doğru, Doğrunun İse Bir Hiç Olmasıdır.
İnsanlık tarihinde hakikat ile şüphenin çatıştığı dönemler yaşanmıştır. Ama genel anlamda hakikat hep üstte tutulmuştur.  En zalim insanların bile adaleti öne çıkardığı, kutsalla savaşanların bile kutsal kavramlardan vazgeçemediği görülmüştür.
Hakikat karşıtlığı asla egemen bir paradigma olmamıştır..
Ancak özellikle son yüzyıldaki manzaraya baktığımızda hakikatin paradigmal düzeyde bir anlam taşımadığı; fayda ve haz ile şekillenen bir insan ve evren tasavvuru ile karşı karşıya olduğumuz görülüyor.
Bu tek tek insanların benimsediği bir şey olmamakla birlikte başat paradigma olarak öne çıkıyor. Bu yüzden Post truth’u bir durum olarak bir gerçeklik olarak ele alabilsek de bir çağı bir dönemi betimlemek için kullanmak doğru değildir. Çünkü hakikatin üstünün örtülmesi çabaları ilerlemeci bir anlayışla ele alınamaz. Bu yüzden biz bunu bir çağ değil, bir durumu ifade etmek adına kullanmanın daha doğru olduğunu düşünmekteyiz. 
Bu sadece bu çağa ait bir çaba değildir. Kutsal kitapların tahrif edilmesi sürecine baktığımızda her dönemde hakikatle şüphe arasında bir çatışma görülür. Bir kısım insanlar hakikatin gücünden faydalanarak hakikatin üstüne çıkarak kendilerine belli alanlar açmaya çalışabilir. Fakat günümüzün koşullarında bu dinsel kavramlar değil, başka kavramlar adına yeni kutsallar yaratarak yapılmıştır. Yeni çağ Batı düşüncesinin özellikle Varoluşçuların da anlatmak istedikleri buydu. Bu yüzden yeni çağda paradigmal düzeyde hakikatin yitiminin problem teşkil ettiği bir durum yaşandığını inkâr edemeyiz.
Ayrıca bu kavramı hakikatin yitimi veya hakikati ölçü olmaktan çıkarma çabalarını ifade etmek için de kullanmak mümkündür.
Bu, kutsal kavramlar kullanmaya ihtiyaç duyulmadığı, sömürünün ya da yalanın hayatın doğal bir seyri olduğunu inanılmaya başlandığı bir durumdur.  Bunun anlamı kutsal kavramların insandaki zemininin kaybına işaret etmesidir. Tam bir kendini unutuş hali..
Genel kabulün hakikat olmadığı çağ için Post-truth denilmesinin anlamı budur.
Peki buraya nasıl varıldı?
Buraya yüzyıllar boyu ortaya çıkan hakikatin temsili problemi ile varıldı. Ruhbanlıktan maddeciliğe evirilen gel-gitler yaşadı insanlık.  Ruhbanlığa inanç sarsıldıkça materyalizme kayıldı. Bu yüzden bütün maddeci düşünürler aslında hakikatin olmadığını ifade ettiler.
Kutsalın kötü temsili; imanın kötü temsili; kutsal söylemlere sahip olmakla ahlaki davranışlar arasındaki uyumsuzluk,
İmanın kendini savunacak akılsal zeminden uzaklaşması
Kutsalı temsil edenlerin insanlığın karşılaştığı problemlere cevap vermede yetersiz olması
vesaire.. gibi meseleler her tür inancın yıkımı çabasını güçlendirmiştir. Hakikatın yerine bireysel haz ve fayda oturtulmuştur.

Ancak ne haz ne de fayda insanlığın buluşacağı ortak bir zemin olamaz. Bu iki açıdan mümkün değildir. Birincisi kişiden kişiye değişiyor olması, ikincisi zaman içerisinde işlevselliğini yitirebilmesi.  Çünkü bugün; bu an haz aldığım bir şeyden bir müddet sonra haz almayabilirim ya da benim haz aldığım şeyden başkası haz almayabilir. Aynı şey fayda için de geçerlidir.  O halde haz ve fayda insanlar açısından asla ortak bir zemin olamaz.

Oysa hakikat hem zamanlarüstü hem de bütün insanların temel yönelimidir. Bu yüzden  hakikat insanın varoluş koşullarının yansımasıdır. Bu ortak zemin insanın-insanla ve insanın evrenle ilişkisinin de bağlı olduğu temeldir.. Varoluş koşullarının temeli  yaşama koşullarının da teminatıdır. 

Ortak zemini olmayan her ilişki biçimi aslında ontolojik varoluş koşullarını taşımayacağından yıkıcı ve bozucu olacaktır. Bu yüzen Post-truth bir çağ değil, bir durumdur. Bu durumdan kurtulacak donanım ise  insanın varlık yapısında bulunmaktadır.

Son Veda Ya da Post-Modern irtidat
Bütün Vedâ’ların anlaşılır yanı var..  Ernest Hemingway “Silahlara Veda”yı yazdığında aslında insanın insan olma durumunu ele almayı deniyordu. Bu insanoğlunun büyük savruluşlar yaşadığı son ikiyüz yılın sonunda elde edilen bir insani tecrübeydi. Ondan önce insanlar “Dine Veda” demişler ama daha sonra “Akla ve Bilime Veda” demenin daha doğru olacağını düşünenler çıkmıştı. Ama Silahlara Veda demek silahların susmasına Akla Veda demek aklın şeytani amaçlara alet edilmesine, Bilime Veda demek bilimin yıkıcı sonuçlarına engel olamadı. Dine veda diyenler de dinden büsbütün kurtulamadılar.
Fakat yaşadığımız süreç çok önemli bir “Veda”yı doğurdu;”İnanca Veda.” Bana göre bu Veda aslında bütün Vedaların en bozucu ve yıkıcı olanı.
**
Çevrede gürültü yapan, söz söyleyen show yapan, öne çıkan insanların çok ciddi bir inançsızlık içinde olduğunu görmemek mümkün değil. Allaha iman ettiğini ya da etmediğini söyleyen, dindar ya da dine kayıtsız pozlarında olan, şu veya bu ideolojiyi savunuyor görünen ya da görünmeyen insanlarda ciddi bir samimiyet eksikliği ve inançsızlık görüyorum.

İnsanlar artık bir davaya inanmıyorlar. Savunduklarını, kendilerine sağlayacağı fayda temelinde değerli bilip sahipleniyorlar. İnsanlar bir davayı nasıl yükseltecekleri derdinden çok bir davanın kendi kişisel makamlarını, şöhretlerini, mallarını nasıl yükselteceğinin hesabını yapıyorlar.
Bu durum insanların anlaşabilecekleri ortak zemini yokediyor. Kişisel fayda üzerinde anlaşmak mümkün olmuyor çünkü. Gasset’in “Kütle insanı” dediği, Varoluşçuların dikkat çektiği “yaşayan ama varolmayan insan” modeli ortaya çıkıyor.
İnsanı insan yapan inançtır oysa.
İnanç olmayınca din de ideoloji de birer showa dönüşüyor. İnanç olmayınca inancın yerini kişilerin kendi hevalarından ürettiği kutsallar, yani dogmalar alıyor. İnsanın anlaşmasını sağlayacak ortak zemin ortadan kalkıyor..Tek kelime ile varoluşsal bir kıyamet; yani inanca veda.. Postmodern irtidat..

 

Bir yanıt yazın